Alpay Ayça ve Kaan olması sangi bir dağ faaliyetine gidiyoruz havasına soktu havayı. Uzun zamandır hafta sonları çalıştığım için kamplara gidemiyordum, Erin babasıyla gidiyordu bu sefer de ben vardım ama erin yoktu. Yol boyunca Alpay’ın “ bu sefer büyük kızımı götürüyorum” esprilerine maruz kaldığım da doğrudur. Buluşma noktasına geldiğimizde karşılaştığım köy büyüleyiciydi: Karadere köyü. Evlerin güzelliği, köyün doğası “boşver yaylayı kal burada” dedirten cinstendi. Orada toplaştıktan sonra Çiğdem yaylasına konvoy halinde ilerlemeye başladık. Şehirden uzaklaştıkça açılan camdan gelen serinliği özlemişim, hafif ürpererek camı açık tutup tüm havayı ciğerlerime çekmek iyi geldi. Her sene Eylül ayı kamplarımızın ilki çok kalabalık oluyor, özlüyoruz yaz boyu birbirimizi artık diye düşünüyorum. Kocaman bir aile gibi olduk. Katılan ailelerin çoğu artık tecrübeli kimsede sıkıntı olmuyor bazen sabah” of yaa gece soğuktu” cümlesinin dışındave bundan keyif alarak..
8km’lik yolun ilk yarısına geldiğimizde ki kendi yaylamıza geldik diye düşünüyorduk karşımıza Turnalı Yaylası diye doğa harikası bir yayla çıktı. Böylece sadece 4 km yürüyüşle varılabilecek harika bir yayla daha keşfetmiş olduk. Kampa geri döndüğümüzde akşam yemeği hazırlıkları, babaların taşıdığı kocaman odunlarla ateş hazırlığı ve gece yürüyüşü için “hala hevesimizi alamadık” diyen çocukların cıvıltısı sarmıştı etrafı. Kampta ateş yakmak çocukların en büyük eğlencesi buna bir de Şükrü’nin getirdiği semaver eklenince çocuklar hava kararana kadar oynayacak çok şey buldu. Bir önceki yazımda belirttiğim Minecraft oyunları ise takdire şayandı: hepsi minecraft oynuyor, buldukları her taş toprak odun parçasıyla, ne oyunmuş arkadaş, nokta!
Gece kocaman bir kamp ateşimiz etrafında dönen keyifli sohbetimiz eksik olmadı. Sabaha karşı soğuk olur diye düşünüyorduk ama o da olmadı. Biraz üşüdük diye uyananlar olduysa da herkesin sabah keyfi yerindeydi. Akşamdan kalan kor alevlenince üzerine hazırlanan taş ocaklarında kızaran ekmekler, sucuklar eşliğinde kahvaltı edildi. Gece yine eksik kalan bir şey vardı : bizim çadırdan çıkacak bir “ anneee babbaaa” sesi ama bunu da atlatmıştım.
Ben ertesi gün yürüyüşüne katılmamayı tercih ederek kampta kaldım. Uzun uzun kitap okudum, yere serdiğim yorganın üzerinde üstüme uyku tulumunu çekerek uzun bir uyku uyudum. Uyurken güneşli bir hava bırakmıştımgözümü açtığımda sislerin içndeydim : özlemişim! Ben uyandığımda kampa giriş yapan yürüyüş grubundaki çocukların üzerinin çamur içinde olduğunu gördüğümde tatlı bir
gülümseme sardı beni : eğlenmişlerdi! Ve hala bazıları orman içinde yürüyüş yapmak için birilerini ikna etmeye çalışıyorlardı.
Hava yazdan kalma “limonata” diye tabir ettiğimiz kıvamdaydı. Kampta ilk nefesine şahit olduğum kuzular vardı, zamanın zalimliğini hatırlatırcasına benimle oynuyorlardı, yol boyunca çeşitli mantarları tanıdık, sonbaharın geldiğine ikna olduk, çadır başında içimize dönmenin konularını tartıştık esasında ne kadar aynı yollarda yürüdüğümüzü fark ettik, annesine koşup sarılan ufaklıkları kıskandık biraz “hoyttt uzak durun accık canımız çekiyor” diye içimizden hayıflanarak, dönüşte elma ağaçlarını indirdik yine arabamıza.
Eylüldü ve şiir gibiydi her Eylül gibi.
{youtube}http://youtu.be/8neQ7-A8WsE{/youtube}
Fotoğraflardan önce Çiğdem yaylasındaki Vargit Çiçeklerini yani Güz Çiğdemlerini de tanısak ne güzel olmaz mı?
"Vargit çiçeği, ‘Güz Çiğdemi’ olarak bilinir.
Vargit çiçeğinin anlamı, ‘Evinize-köyünüze gitme zamanı geldi, hadi acele edin ve köyünüze dönün’ demektedir. Vargit çiçeğinin bu olumsuz tavrına karşın ‘evinizden, köyünüzden yaylalara çıkma zamanınız geldi artık, karlar eridi ve ilkbahar kendini iyiden iyiye hissettirdi’ diyen Vargel Çiçeği, doğanın insanla kurduğu iletişim örneğinin sadece biridir. Zehirli bir çiçek türüdür, Vargel çiçeğinin yapraklarının rengi beyaz, Vargit çiçeğinin yapraklarının rengi de mor ve mora yakın tonlardadır, altı taç yaprağı bulunur, üst kısmı huni şeklinde, otsu ve gövdesiz bir bitkidir. Karadeniz Bölgesi’nde insanlarının doğal yaşam biçimlerinden olan yayla göçlerinin zamanlamasını göstermesi açısından ‘Vargel’ ve ‘Vargit’ çiçekleri büyük önem taşırlar. Stoalılar M.Ö. 4’üncü yüzyılda ‘Doğaya göre yaşamak akla göre yaşamaktır” demiştiler. Nasıl ki Babilliler tarım ile uğraşırlarken ayın hareketlerini takip etmişlerse, Karadenizliler de hayvancılık ile uğraşırlarken Vargit ve Vargel çiçeğinin hareketlerini kontrol etmek zorundalar. İçerisinde düzeni ve kuralı barındıran doğa hareketsiz değil hareketli, devingendir. Bu hareketlilik doğanın bir aklının olduğunu ve bu aklı kavramak için ona göre hareket etmenin daha uygun olacağını ve ona kendini bırakarak daha mutlu ve özgür olacağı insanın aklına daha uygun gelmektedir.” ~ alıntı