Pazartesi akşamı Kars’a ulaştık, gece geç demeden yerel bir akşam yemeği yedik. İçtiğimiz ısırgan otlu muhteşem çorba, erikli köfte ve incir tatlısı mutlu bir mide ile uyumamızı sağladı. Ertesi sabah daha yüksek konumda olan Boğatepe Köyü’ne doğru hareket etmeden önce, vücudumuzu yüksek rakıma biraz olsun alıştırmak için Kars Kalesi’ne doğru yürüyüşe geçtik.
Video :Ebru Kefeli Kalfazade
Kampa Gidelim mi Baba yolculuklarının en önemli koşulunu o sabah anladık. Çocuklar ve yetişkinler farklı rotalar ile aynı yerleri dolaşıyorlar. Nedeni ise aslında çok temel bir nokta. Çocukların ve yetişkinlerin aynı yerleri deneyimleme yöntemlerinin çok farklı olması!!! Deneyin kesinlikle doğru olduğunu göreceksiniz. Alpay çocuklarla konuşup, onlara bir hikaye anlatırken, biz yetişkinler yola çıktık. Sonradan anladık ki, çocuklar Kars Kalesi’nde yaşayan bir ejderhanın peşine düşmüşler. Yol boyunca büyük bir heyecan ile ejderhayı aradılar, kalenin surlarının arkasında mı, şu pencereden baktı galiba, acaba bu duvarın üzerinden görebilir miyim, yoksa gördüğüm kuyruğu muydu derken, 4,5-9 yaş arasındaki 12 çocuk kendilerini kalenin en üst noktasında buldular. Ve ejderhanın çıkardıkları ses ile kaleden uçmuş olabileceğini fark edip, ovaya yayılmış Kars şehri üzerinden ejderhanın nereye gitmiş olduğunu tahmin etme yarışına başladılar. Sonunda köye uçmuş olabileceği kararına geldiler. Ve hep beraber minibüslere binip köye doğru yola çıktık.
Boğatepe Köyü’nü birçok insanın anlattığı gibi anlatamayacağım. Çünkü biz, bu köyü ve muhteşem insanlarını, 3 saat görmedik 3 gün onlarla birlikte yaşadık. Köye vardığımızda bizi sıcak babaanne çayı, kavılca buğdayından yapılmış elmalı kurabiyeler ve ağızda eriyen kete bekliyordu. Gel gör ki, köyü çevreleyen ‘kar denizi’ni gören çocuklar ve yetişkinler, yiyecek içecek görmeden, kendilerini bu denizin içine doğru koşarken buldular. Yol açılmamış karların içinde kendi yollarını açtılar, kar melekleri yaptılar, koştular atladılar. Akşam üstü güneşi eşliğinde uçsuz bucaksız bu enginliği içlerine çektiler. Kendine 200 metre ileride bir sürü insan görüp, seslerini duymadığın bir doğanın içinde olmak ne demek bilir misiniz? Bence, doğanın güzelliğini, eşsizliğini, huzurunu, bereketini böyle zamanlarda anlar insan. İşte böyle bir akşamüstü ile karşıladı bizi Boğatepe Köyü. Ardından üşüyen ellerimizi ayaklarımızı soba kenarında ısıtırken Boğatepe Köyü tarihi, peynirciliği hakkında kısa bir sunum ve konuşma izledik. Sonra biz kalacağımız Küçü Boğatepe Köyü’ne doğru yola çıktık.
İki köy arasında çok mesafe yok, yürüyerek 25 dakikada ulaşılabiliyor. Ama kar üzerinde -20 derece soğukta o yolu yürümek yazıldığı kadar kolay olmuyor. Büyük ve Küçük Boğatepe Köyleri toplamda 70 haneden oluşuyor. Çoğu hayvancılık ve peynircilikle uğraşıyor. Sabah 5.30- 6’da sağılan sütler toplanıp mandıralara dağıtılıyor ve peynir yapma işleri başlıyor.
Bizim ev sahibimiz Hüsniye Hanım’dı, yani bizim için Hüsniye Abla. Daha kapıda bizi karşılarken sanki uzun zamandır görmediğimiz uzak bir teyzemizin evine giriyormuş hissini verdi bize. Çocukları soydu, hemen sobanın yanına yerleştirdi, ellerine ılınmış çaylarını tutuşturdu, siz eşyalarınızı yerleştirin, bende yemeğe bakıyorum dedi. İki konuda uyardı biz şehirlileri, sobanın veya borularının üzerine eşya koymayın ve musluktan akan suları kapatmayın. (Soba üzerindeki eşyalar yanabilir, su kapanırsa donar ve mayıs ayına kadar açılmaz) İlk defa kaz etini bu muhteşem köy evinde, birbirimizi tanıyarak yedik. Kaz suyunda soba üzerinde pişen bulgur pilavı ise ayrı bir güzeldi. Yol ve soğuk yorgunu bizler saat 9 olduğunda gözlerimizi açık tutamıyorduk. Salonlarındaki iki çekyatı bize hazırlamışlardı, pırıl pırıl dantelli yatak takımlarının içinde, altımızda yün döşek, üstümüzde yün yorgan ile sobadan tavana vuran hafif ışık ve çıtırtılar eşliğinde uykuya daldık. Bir hikayenin içinde miydik, biz kendimiz mi yaşıyorduk, nerdeydik, işte dönüşüm başlıyordu.
Ertesi gün saat 10’da Çıldır Gölü’ne doğru yola çıktık. Yol boyu beyazın haricinde hiç bir şey görmedik. Ben bu manzarayı seneler önce Sibirya’da görmüştüm ama kendi ülkende yaşamak, bambaşka bir şeymiş. Biliyorum zannettiğim çoğu şeyi bilmediğimi tekrar hatırlattı bana. Çıldır Gölü’ne ulaştığımızda çocuklar bu sefer göle düşmüş bir hazinenin peşine düştüler, kimi buzu kırıp hazineyi bulmaya çalışırken, kimisi kardan temizlediğimiz buzun üzerinde koşarak kaymaya başladılar. Donmuş bir göl gördünüz mü hiç? Çok ileride gözüken dağlara kadar dümdüz giden bir kar ovası. Neresinin göl, neresini toprak olduğunu anlamadığın bir doğa harikası. Göl kenarındaki bir lokantada göl balığı yedikten sonra hava kararmadan köye dönüşe geçtik. Akşam başka bir süpriz bekliyordu bizi. Yakılan ateşte pişirilecek sucuk ve kaşarlar, soba başında anlatılacak hikayeler. Her çocuk kendi sucuğunu kendisi pişirdi, lavaşın içine sıcak patates koyup içine de sucukları ekleyi bir lokmada yiyiverdi. Her ne koşul olursa olsun, kendi yemeğini yapabilmek apayrı bir haz verdi onlara.
Bir sonraki günümüzü köyde geçirdik. Kahvaltılarımızı ayrı bir yazıda anlatmak isterim. Sabah sağılmış ve pişirilmiş sütün, o sütten çıkan kaymağın, köyün balının tadını iki cümle ile anlatabilmem çok zor. Köyde çok fazla ekmek tüketilmiyor, onun yerine lavaş benzeri sac üzerinde pişirilen yufkalar yeniyor. Haftanın belli bir günü, belli bir evde, sobanın üzerine konan sacın üzerinde, bir kaç kişi toplanıp bu yufkaları pişiriyorlar ve paylaşıyorlar. O gün yufkaların yapıldığı eve konuk olduk, çocuklar yardım ettiler, kendi yufkalarını açıp, kendi ekmeklerini pişirdiler. Her gün evde yufka açan küçük insanlar vardı sanki karşımızda. Ardından kardan adam yapma girişiminde bulundular ama soğuk kar birbirine yapışmazmış! Tüm uğraşlarına ve havanın günlük güneşlik olmasına rağmen, derece – 10’ların altında olduğu için kar birbirine yapışmadı. Ancak yapabildikleri ufacık kartopları ile kartopu oynayabildiler. Öğleden sonra ise Peynir Müzesi ve mandıraları dolaştık. Yine çocuklar bu turu ayrı yaptılar. Mandırada peynir yapımını öğrenmiş çocukların bize doğru koşup anlatışlarınızı görmeniz lazımdı. Peynir yapımı gerçekten çok zor bir işmiş, bu kış koşulları altında yapılanlara hayran kalmamak imkansız.
Video : Erin Oğuş
Köyün kadınlarının yaptıklarını görünce kadının gücünü tekrar görmüş oldum. Şehirden uzak, doğaya aşık bu insanlar, çok zor hava koşulları altında bir mucize yaratmışlar. Bizlere evlerini, gönüllerini açtılar ve hayatımıza bir ışık tuttular. Yapılan hiç bir şeyin kolay olmadığının ama istendiğinde her koşulda her şeyin yapılabileceğinin canlı kanıtını bizlere gösterdiler.
Yazıya başlarken dönüştüren bir yolculuk oldu demiştim ya, aslında şunu söylemeye çalışıyordum. Bütün dünya yavaşlamaktan bahsediyor, hepimiz kendimizce bir şekilde yavaşlamaya çalışıyoruzdur ama sanırım benim düşündüğümden bambaşka bir şeymiş yavaşlamak. Çaba ile ulaşacağım bir yer değilmiş, yavaş yavaş olacağım bir yermiş! Her gün yediğim bir parça peynirin, sütün, ekmeğin nasıl üretildiğini, masama nasıl geldiğini bilmiyor muşum o ayrı ama Hüsniye Abla ile yaşarken yaşamın ve işin birbirine geçmiş olarak hayatın içinde var olabildiğini anladım. Hayatın içinde bir bütün olarak var olabildiğinde, yaşayabildiğinde ve doğaya saygını tekrar kazandığında o zaman yavaşlıyorsun sanırım.
Ayça, Erin, Alpay Oğuş bize bambaşka bir kapı açtılar. Güler Hanım, Kurban Bey, Zümran Hanım, Hüsniye Abla ve tanıştığımız herkes hayatımızı aydınlattılar.
Bırakın standart yolculukları, bilmediğiniz yollara düşün, kim bilir belki o yol size hiç ummadığınız kapılar açar.
Ebru Kefeli Kalfazade